26 Ağustos 2015 Çarşamba

HAYAT BİZE BEŞ DAKİKALIK ZEVK KAZIĞI ATTI...

     Yaradılışımızdan bu yana varoluş hikayeleri ile büyüdük biz. Ki mi Adem ile Havva’dan başladı kimi tanrı Zeus’tan.  Mucizevi bir şekilde tenlerin buluşmasından var olduğumuza inananlarımızın yanı sıra yer tanrı ile gök tanrının o ihtişamlı savaşlarından türediğimizi düşünenler bile var. Bence en güzel varoluş hikayesi Leyleklerdi. Evlerin üstü kiremit kaplı, soba isi kokan çatılarında başlamıştı hayat denilen masal… İnsani tüm tepkilerimiz orada gelişmiş gibiydi. Ağlamayı gülmeyi leyleklerden öğrenmişcesine inandık biz bu varoluşa. 


KADEHİMİ VAROLUŞ YALANINA KALDIRIYORUM..."ŞEREFİNE"...


Sonra büyüdük elbet. Artık  bir pamuklu şeker için değildi gözyaşlarımız yada bir oyuncak. Kendimiz için ağlamayı bırakalı çok olmuştu ve iş işten geçmişti. Geri dönüşlerde yoktu artık. Belki de bir tek gün kendimiz için ağlamışızdır o da anne karnından koparılışımızdı ilk ve son kez. İkisini aynı anda yaşadığımız tek eylemimizdi bu. Tutunduğumuz tek dalımıza, sığındığımız en güvenli kalbe veda vaktiydi bizim de kendimiz için ilk savaşımız.


Hoş geldin diye kulağımıza bir ses fısıldadılar. Hepimiz mi hoş gelmiştik bu dünyaya. İşte bu da hoş geldin yalanıyla başlayan kandırılışımızın ve hazin hikayemizin yazılmaya başlandığı gün. Adına hayat dediğimiz rüzgar kimimiz için küçük bir esinti, kimimiz için fırtına kimimiz içinse kasırga olacaktır artık. Oradan oraya savrulurken bu aciz bedenlerimiz gözlerimizde ki perdeler kalkmaya başlar ve göz alıcı renkler bizi büyüler. Her şey bir yanılsama değil miydi? Mavi gökyüzü, Sarı Sonbahar, Kara Kış ve niceleri. Ama en güzeli en ihtişamlısı pembe düşlerdi. Bütün renklerin ahengi nasıl olur da sadece pembe de  gizli olabilirdi! İnsanoğlu sadece pembeyi çok sevdi ve en çok ona inandı. Tüm düşlerini, hayallerini pembenin içine hapsetti ve dirilişten yıkılışa uzanan bir yol böylece başlamış oldu. Başlangıçta mutlu ve huzurlu hikayelerin hazin sonları pembe masallar la yazıldı. Aslında biz onları masal sandık onları okuyarak umut denilen sahipsiz serseriyle tanışmamız da böyle oldu zaten. Umudun içinde yok olup gitmeyi göze aldık hepimiz çünkü bizler fakir doğduk. Fakirin ekmeği deyip sımsıkı sarıldık en büyük düşmanımıza. İçi doldurulamaz serzenişlerimizin rengi de hep pembe oldu bu yüzden. Doğduğumuz anda sırf ağlamamız için atılan o tokadı ne çabuk unutmuştuk. Hayata tutunmamız için o an ağlamamız gerekiyordu ve biz o gün bugündür damla damla tutunduk bu hastalığa. Çünkü hayat bizim kurtulamadığımız bir hastalıktı. Ne öldürür ne güldürür.

Bazen diyorum ki “ keşke çocukken sokakta oynadığımız evcilik oyununa benzeseydi her şey. Ağaçlardan kopardığımız dallarla içilen sahte sigaralar ve boş bardaklarla havaya kaldırılan şerefe naraları”. Şimdi öyle mi? Son sigaramızı hangi gidenin ardından çektik taaa ciğerlerimize kadar. Elimizde ki kadehler hangi acımızın boya kalemleriydi? Sahte kahkahalar gözbebeklerimiz de saklayamadığımız yaşlar için değil mi? Tüm bunlar yaşanırken sanıyor musunuz ki hayatta mucizeler yok! Evet var en büyük mucize tam da bu anlarda başımıza gelmiştir. Unutmaya çalışırken çekip gidenleri kendimizi unutuvermiştik artık. Bir deniz kenarında, bir Tren Garında, bir Otobüs Terminalin de yada bir sokak ortasında. Her gidene yolluk ettik kalbimizi. Yol boyunca üşümesin diye ,sarıp sarmalasın diye. Arkasından el sallarken üşüdüğümüzü fark etmedik bile. Dönüş biletleri yoktu oysa onların. Güzergah hep tek istikametti. Bir meçhule salıverdik en değerli varlığımızı yani kalbimizi. Duymadık onun “ beni bırakma” diye bağıran yalvarışlarını. Bu hayatta ki en bonkör harcamamızdı kalbimiz. “Gitme kal” demek ne zor şeydi de biz diyemedik dönmeyeceğini bile bile o insanların, o şehirlerin, limandan her gün yol alan gemilerin ve arsız kalbimizin arsız aşklarının. Tüm bunları bile bile ceketimizi omzumuza atıp, valize kendimizi, kalbimize onurumuzu koyup “ben gidiyorum” diyen olamadık. Biz bu hayatın utanmaz şakşakçıları olmuştuk artık. Geleni alkışlayan bu eller gidene de el sallarken bir tek gün bile utanmadı. 



 Dünyamıza giren her yeni insanla aynı şiddette değil miydi sevişmelerimiz. Çılgın,tutkulu belki de çığlık çığlığa. Bazen rezil bazen utanmaz bazen de birbirine kıyamayan iki sevgili gibi. Gerçek olan hangisiydi? Her defasında “ ilk” miydi? Kendimize söylediğimiz en büyük yalan “ Hepsi ilk ti hepsi aşktı hepsi tutkuydu”. İlkler unutulmaz derler ya belki de bu yüzden biz hiçbirini unutmadık. Çünkü bedenlerimiz serseri, dillerimiz yalancı, gözyaşımız sahte kalbimiz ise tek masum şeydi.  

Şimdi bu en masum ilan ettiğimiz kalbimizi kırıp,dökmek, parçalamak doğrumu diye düşünürken aslında tam da ona acımaya başlamışken bir anda fikrim değişti. Hafızamı tazeleyince fark ettim ki her gördüğü avare, serseri kalbe titreyen o değimliydi? Aklımı devre dışı bırakıp “ o serseri giderse ben dayanamam” deyip beni kör kuyularda bırakıp “ o yoksa ben de yokum” diyen beni en acımasız biçimde tehdit eden o değil miydi? Oysa doğru olan benim onu kör kuyulara atmam “ o serseri hayatıma girerse ben bu acıyla yaşayamam” demesi gereken de yine ben değil miydim? Yumruğumdan bile daha büyük olamayan o küçücük yaratık meğerse benden ne kadar büyükmüş. Hayatımın en çetin savaşlarını onunla yaşayıp o meydanlar da defalarca kaybeden de bendim elbet. 

"ZAMAN" DENİLEN YILAN...


Öyle ya da böyle hayat bir şekilde akıp gidiyor ve bizi de bir moloz yığını gibi sürüklemeye devam ediyordu. Biz yüzsüz savaşçılar kendimize her dönem bir mucize yaratmayı başarmıştık. Son mucizemizin adına da “zaman” dedik. O gün bugündür hep onun arkasına saklandık. Geçer dedik,unutulur dedik her iki kelime de bir “ zaman” dedik. İnsanoğlu bir kez daha yanıldı elbet. Yaralarına zaman sürdü, kabuk bağladı hatta neredeyse görünmez oldu o yaralar ama geçmedi. Birbirimizin yaralarını kanatmayı öğrendiğimizden  bu yana şifamızı kaybettik. Zaman artık merhem değildi. Bulaşıcı bir hastalıktı olmayan insanlık çünkü. O kadar hızlı yayıldı ki bir anda etrafımızı kuşattı. Namert bir düşman gibi sokuldu yamacımıza. Biz iyiyiz dedikçe o “ ne çabuk unuttun dünkü dayanılmaz acılarını” dedi. Hayatımızı kaydettiğimiz kaseti başa sarıp durdu. Canı nerede isterse orada bıraktı bizi acımasızca. Yıllar önce yıkıldığımız yerde bugün bir kez daha yıkılmıştık. 
Hiçbir şey eskisi gibi değildi o geçmiş denilen girdaba bir kez yakalandıysan çaresizlik kabullenişi başlamış demektir. Garip bir sessizlik bir kayboluş hikayesi yazmak kaçınılmazdır artık. Her cümlende ayrı bir gözyaşı saklarsın. Ağlayan sen misin kalemin mi belli değildir. Keşke her şey o şehirlerde o terminaller de o tren garlarında kalsaydı. Zaman denilen o mucize bizim de yaralarımızı sarsaydı ve o adına “insan” dediğimiz canavarlar hiç olmasaydı. Keşke ve yine keşke ağlayışımız anne karnından koparılışımız kadar masum olsaydı ve yine onun kucağında onun kokusunda son bulsaydı…
                                                                                  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder