Yaradılışımızdan
bu yana varoluş hikayeleri ile büyüdük biz. Ki mi Adem ile Havva’dan başladı
kimi tanrı Zeus’tan. Mucizevi bir
şekilde tenlerin buluşmasından var olduğumuza inananlarımızın yanı sıra yer
tanrı ile gök tanrının o ihtişamlı savaşlarından türediğimizi düşünenler bile
var. Bence en güzel varoluş hikayesi Leyleklerdi. Evlerin üstü kiremit kaplı, soba
isi kokan çatılarında başlamıştı hayat denilen masal… İnsani tüm tepkilerimiz
orada gelişmiş gibiydi. Ağlamayı gülmeyi leyleklerden öğrenmişcesine inandık
biz bu varoluşa.
KADEHİMİ VAROLUŞ YALANINA KALDIRIYORUM..."ŞEREFİNE"...
Sonra büyüdük elbet. Artık bir pamuklu şeker için değildi gözyaşlarımız
yada bir oyuncak. Kendimiz için ağlamayı bırakalı çok olmuştu ve iş işten
geçmişti. Geri dönüşlerde yoktu artık. Belki de bir tek gün kendimiz için
ağlamışızdır o da anne karnından koparılışımızdı ilk ve son kez. İkisini aynı
anda yaşadığımız tek eylemimizdi bu. Tutunduğumuz tek dalımıza, sığındığımız en
güvenli kalbe veda vaktiydi bizim de kendimiz için ilk savaşımız.
Hoş geldin diye kulağımıza bir
ses fısıldadılar. Hepimiz mi hoş gelmiştik bu dünyaya. İşte bu da hoş geldin
yalanıyla başlayan kandırılışımızın ve hazin hikayemizin yazılmaya başlandığı
gün. Adına hayat dediğimiz rüzgar kimimiz için küçük bir esinti, kimimiz için
fırtına kimimiz içinse kasırga olacaktır artık. Oradan oraya savrulurken bu
aciz bedenlerimiz gözlerimizde ki perdeler kalkmaya başlar ve göz alıcı renkler
bizi büyüler. Her şey bir yanılsama değil miydi? Mavi gökyüzü, Sarı Sonbahar,
Kara Kış ve niceleri. Ama en güzeli en ihtişamlısı pembe düşlerdi. Bütün
renklerin ahengi nasıl olur da sadece pembe de
gizli olabilirdi! İnsanoğlu sadece pembeyi çok sevdi ve en çok ona
inandı. Tüm düşlerini, hayallerini pembenin içine hapsetti ve dirilişten
yıkılışa uzanan bir yol böylece başlamış oldu. Başlangıçta mutlu ve huzurlu
hikayelerin hazin sonları pembe masallar la yazıldı. Aslında biz onları masal
sandık onları okuyarak umut denilen sahipsiz serseriyle tanışmamız da böyle
oldu zaten. Umudun içinde yok olup gitmeyi göze aldık hepimiz çünkü bizler
fakir doğduk. Fakirin ekmeği deyip sımsıkı sarıldık en büyük düşmanımıza. İçi
doldurulamaz serzenişlerimizin rengi de hep pembe oldu bu yüzden. Doğduğumuz
anda sırf ağlamamız için atılan o tokadı ne çabuk unutmuştuk. Hayata tutunmamız
için o an ağlamamız gerekiyordu ve biz o gün bugündür damla damla tutunduk bu
hastalığa. Çünkü hayat bizim kurtulamadığımız bir hastalıktı. Ne öldürür ne
güldürür.
Bazen diyorum ki “ keşke çocukken sokakta
oynadığımız evcilik oyununa benzeseydi her şey. Ağaçlardan kopardığımız
dallarla içilen sahte sigaralar ve boş bardaklarla havaya kaldırılan şerefe
naraları”. Şimdi öyle mi? Son sigaramızı hangi gidenin ardından çektik taaa
ciğerlerimize kadar. Elimizde ki kadehler hangi acımızın boya kalemleriydi?
Sahte kahkahalar gözbebeklerimiz de saklayamadığımız yaşlar için değil mi? Tüm
bunlar yaşanırken sanıyor musunuz ki hayatta mucizeler yok! Evet var en büyük
mucize tam da bu anlarda başımıza gelmiştir. Unutmaya çalışırken çekip
gidenleri kendimizi unutuvermiştik artık. Bir deniz kenarında, bir Tren
Garında, bir Otobüs Terminalin de yada bir sokak ortasında. Her gidene yolluk
ettik kalbimizi. Yol boyunca üşümesin diye ,sarıp sarmalasın diye. Arkasından
el sallarken üşüdüğümüzü fark etmedik bile. Dönüş biletleri yoktu oysa onların.
Güzergah hep tek istikametti. Bir meçhule salıverdik en değerli varlığımızı
yani kalbimizi. Duymadık onun “ beni bırakma” diye bağıran yalvarışlarını. Bu
hayatta ki en bonkör harcamamızdı kalbimiz. “Gitme kal” demek ne zor şeydi de
biz diyemedik dönmeyeceğini bile bile o insanların, o şehirlerin, limandan her
gün yol alan gemilerin ve arsız kalbimizin arsız aşklarının. Tüm bunları bile
bile ceketimizi omzumuza atıp, valize kendimizi, kalbimize onurumuzu koyup “ben
gidiyorum” diyen olamadık. Biz bu hayatın utanmaz şakşakçıları olmuştuk artık.
Geleni alkışlayan bu eller gidene de el sallarken bir tek gün bile utanmadı.
Dünyamıza giren her yeni insanla aynı şiddette değil
miydi sevişmelerimiz. Çılgın,tutkulu belki de çığlık çığlığa. Bazen rezil bazen
utanmaz bazen de birbirine kıyamayan iki sevgili gibi. Gerçek olan hangisiydi?
Her defasında “ ilk” miydi? Kendimize söylediğimiz en büyük yalan “ Hepsi ilk
ti hepsi aşktı hepsi tutkuydu”. İlkler unutulmaz derler ya belki de bu yüzden
biz hiçbirini unutmadık. Çünkü bedenlerimiz serseri, dillerimiz yalancı,
gözyaşımız sahte kalbimiz ise tek masum şeydi.
Şimdi bu en masum ilan ettiğimiz kalbimizi kırıp,dökmek,
parçalamak doğrumu diye düşünürken aslında tam da ona
acımaya başlamışken bir anda fikrim değişti. Hafızamı tazeleyince fark ettim ki
her gördüğü avare, serseri kalbe titreyen o değimliydi? Aklımı devre dışı
bırakıp “ o serseri giderse ben dayanamam” deyip beni kör kuyularda bırakıp “ o
yoksa ben de yokum” diyen beni en acımasız biçimde tehdit eden o değil miydi?
Oysa doğru olan benim onu kör kuyulara atmam “ o serseri hayatıma girerse ben
bu acıyla yaşayamam” demesi gereken de yine ben değil miydim? Yumruğumdan bile
daha büyük olamayan o küçücük yaratık meğerse benden ne kadar büyükmüş.
Hayatımın en çetin savaşlarını onunla yaşayıp o meydanlar da defalarca kaybeden
de bendim elbet.
"ZAMAN" DENİLEN YILAN...
Öyle ya da böyle hayat bir
şekilde akıp gidiyor ve bizi de bir moloz yığını gibi sürüklemeye devam
ediyordu. Biz yüzsüz savaşçılar kendimize her dönem bir mucize yaratmayı
başarmıştık. Son mucizemizin adına da “zaman” dedik. O gün bugündür hep onun
arkasına saklandık. Geçer dedik,unutulur dedik her iki kelime de bir “ zaman”
dedik. İnsanoğlu bir kez daha yanıldı elbet. Yaralarına zaman sürdü, kabuk
bağladı hatta neredeyse görünmez oldu o yaralar ama geçmedi. Birbirimizin
yaralarını kanatmayı öğrendiğimizden bu
yana şifamızı kaybettik. Zaman artık merhem değildi. Bulaşıcı bir hastalıktı
olmayan insanlık çünkü. O kadar hızlı yayıldı ki bir anda etrafımızı kuşattı.
Namert bir düşman gibi sokuldu yamacımıza. Biz iyiyiz dedikçe o “ ne çabuk
unuttun dünkü dayanılmaz acılarını” dedi. Hayatımızı kaydettiğimiz kaseti başa
sarıp durdu. Canı nerede isterse orada bıraktı bizi acımasızca. Yıllar önce
yıkıldığımız yerde bugün bir kez daha yıkılmıştık.
Hiçbir şey eskisi gibi değildi o
geçmiş denilen girdaba bir kez yakalandıysan çaresizlik kabullenişi başlamış
demektir. Garip bir sessizlik bir kayboluş hikayesi yazmak kaçınılmazdır artık.
Her cümlende ayrı bir gözyaşı saklarsın. Ağlayan sen misin kalemin mi belli
değildir. Keşke her şey o şehirlerde o terminaller de o tren garlarında
kalsaydı. Zaman denilen o mucize bizim de yaralarımızı sarsaydı ve o adına “insan”
dediğimiz canavarlar hiç olmasaydı. Keşke ve yine keşke ağlayışımız anne
karnından koparılışımız kadar masum olsaydı ve yine onun kucağında onun
kokusunda son bulsaydı…